Siyasal iktidarın kim olduğu, kimlerden oluştuğu, başında kimin olduğu bizim meşguliyet alanımız değildir. Biz yasamızın bize verdiği “görevle” insan hakları ihlallerinin üzerine gideriz. Barolar yok olursa olmaz demokrasi. Kimse insan hakları ihlalleri karşısında kılını kıpırdatmaz. Hukuk devleti olmaz. Susamaz, sinemez barolar. Kütüphane desibelinde çıkacak seslerle yetinemezler... Barolar olmazsa, hak ettikleri etkinlik noktasının ötesine taşınırsa, halkın hak arama özgürlüğü kalmaz. Giderek kısıtlanan seslerin gücüne bakılır sadece. Hukukun üstünlüğünden değil, üstünlerin hukukundan söz edilir.
MEHMET DURAKOĞLU
İSTANBUL BARO BAŞKANI
Önceki hafta içinde bir kısım basında, Avukatlık Yasası’nda ve giderek özellikle de baroların seçim usullerinde, önemli değişiklikler olacağı yazılmaya başlandı. Yurttaşların kendilerini evlerine hapsedip yaşam savaşı verdikleri, 65 yaş üstü, 20 yaş altı için yasakların söz konusu olduğu, bunca yoksulluğun ve eşitsizliğin yaşanıp ülke gündeminin tek konuya kilitlendiği bir sırada, sanki o evlerin içinde baroların seçim sistemi konuşuluyormuşçasına, bizlere Covid-19’u da unutturan bir gündem sunuldu.
Konu, avukatlara dair olunca meslektaşlarımız da onların örgütlü gücü olan barolar da bu tartışmaya katılıp açıklamalar yapmaya başlamıştı ki bir sabah hem TBB Başkanı’ndan hem de Adalet Bakanlığı’ndan yayımlanan açıklamalar bizi utandırdı.
TBB Başkanı, “Olmayan metin üzerinden havanda su döğdüğümüzden” söz ediyor, bakanlık da ortalarda gezinen değişiklik metninin çok eski ve güncellemeye muhtaç olduğunu vurguluyordu.
SOYUT GÜNDEM
Açıklamalar, bakanlık ve TBB kaynaklı olunca manipüle edilmiş bir soyut gündemle meşgul olduğumuzu düşünmekte iken - daha bu açıklamaların mürekkebi bile kurumadan - ertesi gün bu kez Cumhurbaşkanı çok net bir açıklama yaptı.
Bu açıklamaya göre, “mevcut hazırlık” güncellenecek ve “bir an önce” TBMM’ye sunulacaktı. Bu yazının konusunu oluşturan Avukatlık Yasası değişikliğinin birkaç tümce ile dışına çıkıldığında, iki günlük gelişmenin “ülke yönetimine” dair değerlendirmelerinin mutlaka yapılması gerektiği kanısındayım. Lütfen arkanıza yaslanın ve bir an düşünün: Bu ülkede Avukatlık Yasası değişikliği bir kısım basın tarafından gündeme getirildiğinde Adalet Bakanı böyle bir değişikliğin gündemlerinde olmadığını söylüyor. TBB Başkanı bu yapay gündeme katkı verenleri suçlayan açıklamalar yapıyor.
Ertesi gün Cumhurbaşkanı, bir çalışmadan söz ederek TBMM’ye getirileceğini söylüyor. Bakanın haberi yok. TBB Başkanı’nın haberi yok. “Tek adam rejimini” bu somut örnekten daha iyi hangi uygulama anlatabilir ki...
‘ARKA ODA’DAKİ ÇALIŞMA
Daha da önemlisi bu “arka odada” hazırlanan çalışma, öteden bu yana yargı içinde varlığından söz edilen ikili yapıları da afişe etmesi bakımından çok önemli bir başka okumayı da gereksindiriyor.
Bundan kısa bir süre önce, yargıya kendince şekil vermeye çalışan bazı gazeteciler üzerinden “maklubeye birlikte kaşık sallayanlardan” söz eden Adalet Bakanı ile 24 Şubat 2018 tarihinde Ankara’daki toplantıda, bu değişikliklerden “FETÖ projesi” olarak söz eden TBB Başkanı’nın bu beyanları, bazı adresleri tespit etmek bakımından çok önemli konumlar atıyor. Evet doğrudur: Bu bir FETÖ projesidir.
Bu tümcenin sonundaki nokta işareti, onun tartışılmaz gerçekliğinin de izidir. 2009 yılında Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanlığı döneminde Devlet Denetleme Kurulu raporlarına da girmiş olan ve genel olarak meslek odalarının seçim sistemlerinin değiştirilmesini amaçlayan düzenleme, o tarihlerin özel koşullarında çok anlamlıydı.
2010 referandumu ile kurulan HSYK eliyle, yargıyı ele geçirmeyi amaçlayan FETÖ, yargının üç ayağından ikisi için başarıyı (!) yakalamıştı. Sıra üçüncü ayağın üzerinde egemenlik sağlamaya yönelmişti. Dergilerinin adını bile “Sızıntı” koyan bu zihniyet, sızamadığı barolar eliyle savunmayı da esir alacak, öylece 2016 için planlanan o hain girişimin kilometre taşları da döşenecekti. “2009 Yargı Reformu Strateji Taslağı” ile “yargının demokratikleşeceği” iddiasını ileri süren bu zihniyetle ortak olan siyasal iktidar da bu projeye destek vermiş ve o tarihlerde de tıpkı bugün olduğu gibi üzerimize gelmişti.
Bu son versiyon, şimdiye dek uygulanan 4 senaryonun bir kopyasıdır. Bir somut “eksen kaymasının” gözlenmediği zaman dilimlerinde Başbakan/ TBB Başkanı, Cumhurbaşkanı/TBB Başkanı veya Cumhurbaşkanı/Tabip Odası tartışmaları, bu FETÖ projesinin raflardan inmesini sağlamış, her defasında da rafa yeniden kaldırılmıştı. Bu proje hiç yok edilmedi, yırtılmadı, hiç unutulmadı, tam tersine başka bazı uygulamalarda da gözlendiği gibi “kıymetlendirildi.”
12 EYLÜL VE O MÜHÜR
Şimdi öyle bir zaman dilimini daha yaşıyoruz. Yurttaşların - o arada avukatların da - evlerinde kendi yaşamlarını sakındıkları bir evrede, bu değişiklikleri gündeme getirip bir de realize ederlerse bir büyük “başarıyı” yakalayacaklarını düşünüyorlar. Konjonktürün kendileri için uygunluğunu, vehmettikleri gücün kaynağı olarak tanımlıyorlar.
Oysa 12 Eylül 1980’in paşaları da vaktiyle böyle düşünmüşlerdi. Şimdi İstanbul Barosu’nun hemen girişinde çerçevelenmiş olarak asılı duran bir mührü, İstanbul Barosu’nun kapısına asmış ve baroyu mühürleyip kapattıklarını düşünmüşlerdi. Bununla da yetinmeyerek Baro Başkanı Orhan Adli Apaydın’ı hapse atıp ölümüne neden olan darbecilerin o tavrı, avukatları sindirip susturmak yerine onlar için temel bir motivasyon kaynağı oldu. Bu ülkenin avukatları, böylesine uygulamalar karşısında susar ya da sinerse Apaydın’a borçlu kalacaklarını düşündüler hep... Görevlerini de bu bilinçle yaptılar.
‘MUHALİF DURUŞ’
Biz avukatız. Biz Montesquieu’dan bu yana siyasal iktidarların kendilerini hukukla sınırlamak istemediklerini biliriz. Hukukun evrensel ilkelerini ve özellikle de adaleti savunan bir mesleğin mensupları olarak, bu idealleri, reel politiğin ve ideolojilerin tartışmalı değerlerine feda edemeyiz. Siyasal iktidarın kim olduğu, kimlerden oluştuğu, başında kimin olduğu bizim meşguliyet alanımız değildir.
Biz yasamızın bize verdiği “görevle” insan hakları ihlallerinin üzerine gideriz. Biz itiraz ederiz. Biz kamuyu çimdikleriz. Bu bizim için basit bir duyarlılık değil, bir görevdir. Doğası gereği, insan hakkı ihlalleri siyasal iktidarlardan geldiği için, konumlandığımız alan “muhalif duruş” olarak tanımlansa da bu muhalefet, partisel nitelikli değildir. İktidarlar, oldum olası baroların bu duruşundan hazzetmezler.
Onu kendilerine karşıtlık ifade eden bir tutum olarak tanımlayıp giderek otoriterleşen düzenlemelerin nedeni sayarlar. Oysa hukuk, asıl onlar için büyük bir güvencedir. O güvenceyi görmezden geldikçe hukuk devletini törpülediklerini, yargı bağımsızlığını ötelediklerini fark etmezler. Barolar susarsa, sinerse, olup bitene rıza gösterirse, boyun eğerse, ram ederse, daha muktedir olduklarını sanırlar. Gerçek bu değildir oysa... Öyle olmadığını biraz hukuk tarihi okuyanlar bilir.
MIŞ GİBİ YAPAMAZLAR!
Avukatlar susmaz. Susarlarsa avukat olamazlar. Onların örgütlü gücü olan barolar sinmez. Sinerlerse baro olamazlar. Tarih barolara sadece ve yalnız “mücadele” yükümlülüğü vermiştir. Barolar bu yükümlülükten vazgeçemezler. Üstelik bu özgün duruş, kendileri ya da sadece meslektaşları için de değildir.
Korunması gereken değer, halkın kendisidir. Barolar olmazsa ya da hak ettikleri etkinlik noktasının ötesine taşınırsa şiddete uğrayan kadını kimse savunamaz. İstanbul Sözleşmesi de yürürlükten kalkar, 6284 uygulamaları da... Barolar olmazsa ya da hak ettikleri etkinlik noktasının ötesine taşınırsa istismara uğrayan çocuklar da sahipsiz kalır. Onların cezasızlığı da sağlanır, çocukların istismarcıları ile evlendirilmeleri de..
Barolar olmazsa ya da hak ettikleri etkinlik noktasının ötesine taşınırsa özgürlükler dünyası yok olur. Yoğun bakıma girer. Soluduğunuz nefesteki darlık, entübe edilerek de açılmaz. Düşünebilirsiniz belki ama ifade edemezsiniz.
İŞKENCE BAŞLAR...
Barolar olmazsa ya da hak ettikleri etkinlik noktasının ötesine taşınırsa yoksullar için başvurulacak hukuki yardım müesseseleri kalmaz. Yoksulluğun yazgı olduğu kabulü, adaletsizliğin de gerekçesi olur. Barolar olmazsa ya da hak ettikleri etkinlik noktasının ötesine taşınırsa halkın hak arama özgürlüğü kalmaz.
Giderek kısılıp kısıtlanan seslerin gücüne bakılır sadece... Hukukun üstünlüğünden değil, üstünlerin hukukundan söz edilir. Barolar olmazsa ya da hak ettikleri etkinlik noktasının ötesine taşınırsa adil yargılanma hakkı lafta kalır. Masumiyet karinesi yok olur. Lekelenmeme hakkını kimse savunamaz. Barolar olmazsa ya da hak ettikleri etkinlik noktasının ötesine taşınırsa işkence başlar, kötü muamele hortlar. Yargı kararları güvencesini yitirir.
YARGI BAĞIMSIZLIĞI OLMAZ
Barolar olmazsa ya da hak ettikleri etkinlik noktasının ötesine taşınırsa yargı bağımsızlığı olmaz. Barolar yok olursa olmaz demokrasi...
Kimse insan hakları ihlalleri karşısında kılını kıpırdatmaz. Hukuk devleti olmaz, hukukun üstünlüğü olmaz...
O yüzden susamaz, sinemez barolar... O yüzden, tanımlanmış görevlerine rağmen, iktidarlara duydukları sempatiyle şekillenemezler. Mış gibi yapamaz barolar...
Kütüphane desibelinde çıkacak seslerle yetinemezler... Şair dostlarının gece seanslarına benzer toplantılarda tatmin arayarak geçiştiremezler...
Değiştireceklermiş, yok edeceklermiş, sızacaklarmış, parçalayacaklarmış, susturacaklarmış, sindireceklermiş...
Çünkü çoğunluk onlardaymış... Dedim ya.. 12 Eylül 1980’de darbeci paşalar daha ötesini de yapmışlardı... FETÖ de öyle istiyordu.